Uzaktan geliyorsanız en fazla 1.5 saatlik uçak yolculuğu sonrasında, havalimanından çıkışınız itibariyle; Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve Süryanilerin şehrine girersiniz. Artık Mardin, ‘Mêrdin’ olmuştur. Tüm şehirler gibi Mêrdin de zaman geçtikçe büyümüş, yeni yapılarla değişmiş, evrilmiştir. Asıl Mêrdin, halk arasında ‘Eski Mardin’ olarak adlandırılan, bilinen 10 bin yıllık geçmişiyle, üzerinde Suriye’nin sarı tozunun bulunduğu, eteğine sıra sıra evlerinin asılı olduğu bir dağdır. Gelin, birlikte gezelim…

Yatsan

Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki, Mezopotamya olarak adlandırılan bereketli bölgeye tepeden bakan Mêrdin’e mistik havasını veren, zamanın durduğunu düşündüren uçsuz bucaksız ova görüntüsüyle 30 medeniyete ev sahipliği yapmış, onların izlerini taşıyan tarihi dokusu. Yeni yerleşim alanından dik yokuşları tırmanarak eski Mêrdin’e girdiğinizde, ‘Mardin taşı’ diye adlandırılan bal rengindeki doğal taşın yarattığı farkı hemen hissediyorsunuz. Mardin taşı, buradaki yapıların tümünde kullanılan, işleme kolaylığı, sağlamlığı ve yalıtım özellikleriyle eşsiz bir yapı malzemesi.

Eski Mardin’e yaklaştığınızda tüm fotoğraflarda göreceğiniz Ulu Camii’nin (Cami-i Kebir) tek minaresi, yolculuğunuzun asıl kısmının başladığına işaret ediyor. Bu minare, gece ışıklandırılmış haliyle veya gündüz arkasındaki göz alabildiğine ova görüntüsüyle en çok fotoğraflanan Mardin manzarası.

Yatsan

Hacıgazi’de Mardin kebabı

Çeşitli kültürlerin karmasından oluşan yörenin mutfağı da aynı zenginliğe sahip. Adını şehrinden alan Mardin kebabının tadına Ulu Camii’nin ayakta kalan tek minaresinin manzarasında, Hacıgazi Kebap’ta bakabilirsiniz. Bu tarihi restoran, aslında meşhur Kebapçı Yusuf’un ilk yeri. Sürekli sorulan “Kebapçı Yusuf burası mı” sorusundan mıdır bilmem; sahibi, el değiştirse de ustasının aynı olduğunu söylüyor. Kebapçı Yusuf’u yeni yerinde tecrübe etmiş biri olarak Hacıgazi Kebap’ın yerel kebap deneyimi için en doğru yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Güzelliklerini yadsımasak da bazı dikkat edilecek konuları da hatırlatmakta fayda var. Bu bölgede yemeklere ve ortama alışkanlığı olmayan turistlerin, mekan tercihinde hijyen kurallarına uygunluğa dikkat etmesi de önemli. Özellikle içeceklerin sadece kapalı ürünlerden tüketilmesini öneririm.

Burada hava, ilkbaharın sonu itibariyle çöl sıcaklarında seyrediyor; kışlar ise bozkırlardan güçlenerek gelen rüzgârların ve soğuk havanın etkisinde geçiyor. Bu nedenle en iyi ziyaret dönemleri nisan veya ekim.

Mahlemizde hoş Süryani

Mardin kebabını yedikten sonra Mêrdin’de ilk gün yapılacak en doğru aktivite, restoranın hemen yanından aşağıya sallanan yollara girerek kaybolmak ve Süryani mimarisiyle Arap kültürü esintilerinin şekillendirdiği taş sokakları keşfe başlamak.

Bakırcı sayısı bakımından bir Antep olmasa da, Bakırcılar Çarşısı’nın atmosferi büyüleyici. Bu sokaklarda en çok göreceğiniz esnaflar, telkâri satılan gümüşçülerle onlarca çeşit sabunun bulunduğu dükkânlar. Hediye seçeneklerinizi buralarda bulabilirsiniz. Sokaklarda gezerken taş patika yollar ve sur tipi alanlarda, eşeklere binmiş yolculuk eden yerel halk, şehrin otantik havasına uygun görüntüler veriyor.

İlk gün bir araca hiç ihtiyaç duymadan sokakları dolaştıktan sonra mimari yapısıyla göz dolduran Mardin Artuklu Uygulama Oteli’ni ziyaret edebilir, oradan da Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi kubbelerine çıkıp güneşin Mezopotamya üzerinden batışındaki renk geçişlerinin seyrine dalabilirsiniz. Zinciriye Medresesi, doğu ve batı tarafında bulunan iki adet dilimli kubbesiyle şehrin en hoş siluetlerinden birini oluşturuyor. Bir rivayete göre, önündeki caddenin hemen karşısında bulunan Ulu Camii’yle arasında bir zincir bulunduğu için bu adı almış. İçerideki yıldız tonozla örtülü koridorların görüntüsü hayranlık verici.

Bu bölgedeki tüm medreselerde tasavvufi bir anlamı da olan ‘hayat çeşmeleri’ bulunuyor. Yörede ‘hayat’ adı da verilen eyvan (binanın ortasında bulunan avlu) sistemiyle inşa edilmiş medreselerin kalbine, tam ortasına yerleştirilmiş bu çeşmeler; suyun akışıyla, ana rahminden başlayan insan hayatının tasvirini metaforik bir şekilde sunuyor.

Mardin’in zengin tarihi anıtlarının sembolik giriş ücretleriyle gezilebilir olması, bu güzelliklere herkesin ulaşmasını kolaylaştırıyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nin ilk aşaması olan geçici listeye dokuz tarihi kilise ve manastır yapısıyla giren bu kent, aynı zamanda dünyanın tümüyle sit alanı ilan edilen sayılı bölgeleri arasında bulunuyor. Bu listede yer almak, düzenleyici ve uyarıcı bir etki yaratsa da kontrol kısmında yerel yönetimlere ciddi görevler düşüyor.

‘Demir şef’in Cercis Murat Konağı

İlk günün akşam yemeği için tercih edilecek mekânın en belirleyici özelliği, müzikli bir mekân mı yoksa daha sakin bir ortam mı olacağı konusu. Bazı restoranlar, yerel müzik ve sıra gecesi gibi temalar üzerinden kendini konumlandırıp yemektense müziğiyle ön plana çıkıyor. Bazı restoranlar ise yerel lezzetler üzerine uzmanlaşma çabasında.

Eski Mardin’de konaklıyorsanız, her restorana yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Yoğun geçen ilk günün akşamında lezzetli yemek-sakin ortam tercihlerinin ilk akla gelen ismi ise Cercis Murat Konağı. Yurtiçi ve yurtdışı pek çok ödüle sahip olması ve kadın istihdamı destekleyici özelliğiyle gururlandıran bu restoran, sahibi Ebru Baybara Demir için de bir başarı öyküsü. Demir, 2000’li yıllarda turist rehberliği yaparken yaşadığı, yerel lezzet sunan turistik restoran eksikliği sebebiyle bu küçük işletmeyi hayata geçiriyor. Ebru Şef ve 21 kadın iş arkadaşı, hem sunduğu lezzetler hem de yaşattığı deneyimle misafirlerini asla hayal kırıklığına uğratmıyor.

Müzik konusunda belirtilmesi gereken bir diğer husus da otellerle müzikli mekânların iç içe oluşu. Bu yüzden yattığınızda gece yarısına kadar yüksek canlı müzik seslerine maruz kalabiliyorsunuz. Konaklama tercihlerinizi yaparken bu detayı da görüşmenizde fayda var.

Yatsan

Deyrulzafaran’da bir başka huzur

İkinci günü mümkünse bir araçla gezmeye ayırın. UNESCO Dünya Mirası listesine girmeye aday manastır ve medreselerin ziyaretleri için en uygunu bu olur.

İlk durak Kasımiye Medresesi adını Akkoyunlu Sultan Cihangir’in oğlu, Sultan Kasım döneminde tamamlanmış olmasından alıyor. Sultan Kasım ve kız kardeşinin mezarları da halen bu medresenin içinde. Yapının anıtsal taş kapısından girince, Zinciriye Medresesi’nde olduğu gibi ‘hayat çeşmesi’nin bulunduğu bir eyvan karşılıyor. Avlunun etrafında düzenlenmiş iki katta 23 oda bulunuyor. Burası 20’nci yüzyılın başına kadar, 400 sene eğitim faaliyetlerine devam etmiş.

Buraya 20 dakika mesafedeki Deyrulzafaran Manastırı ise 5’inci yüzyıldan günümüze kadar Süryaniler için en önemli mekânlardan biri. Adını Süryanice ‘sarı’ veya ‘safran’ anlamlarına gelen ‘zafran’dan alıyor. İlk olarak güneşe tapan Şemsilere ait güneş tapınağının üzerine kurulmuş, Romalılar döneminde kale olarak kullanılmış. Günümüzde ise Süryani Kilisesi’nin en önemli dini merkezlerinden biri olarak kıymetini koruyor.

Bir hatırlatmayla başlayalım: Buraya gelirken içeri alınmama riskini bertaraf etmek için, kıyafet seçiminizi dini bir mekâna gireceğinizi bilerek yapmanız gerekiyor. Manastıra girmeden sizi modern bir kafe ortamı ve bilet gişesi karşılıyor. İçerideki ziyaret Süryani rehber eşliğinde ve gruplar halinde yapılıyor. 45 dakikada bir grup içeri alınıyor, saatinizi buna göre ayarlamanızda fayda var. Beklemek durumunda kalırsanız da sorun yok; girişteki kafede safranlı çay ve Süryani kurabiyelerinin eşliğinde bu görkemli yapıyı doya doya seyredebilirsiniz. Aktif bir manastır olduğu için burada yaşamakta olan rahibeleri rahatsız etmeme konusu da hassas. Manastırın rehberleri, yerel Süryani halktan ve kilisenin cemaatinden seçilmiş gençler.

İçerideki Mor (Aziz) Hananyo Kilisesi bu bölge için en önemli ibadethane. Ziyaret esnasında bu kilisenin gösterişten uzak ahşap kürsüleri önünde Murathan Mungan’ın ‘Paranın Cinleri’ kitabındaki satırlarının bu bölgenin büyüsünü en iyi anlatan satırlar olduğunu hatırlayıp gülümseyebilirsiniz:

“Süryani kiliseleriyle Artuklu camilerini aynı zamanda sevdim. Mardin’de çok eski bir mezhep olan Şemsiler gibi güneşe ya da Ezidiler gibi Tavus-u Azam’a tapanların da olabileceğini, hatta olması gerektiğini orada öğrendim. Arapça ezanın en güzel örnekleriyle Latince ilahileri eş zamanlarda dinledim. Kürtçe ağıtları ve türküleri yüreğimin uçurumlarında duydum. Uzun bacaklı, dal gövdeli yüzlerinde hüznün, sevdanın ve intikamın esmer gölgesi gezinen delikanlılar, ellerinde bir tüfekle atlara sıçrar, ufkun bittiği yere kadar bir toz bulutu içinde gider, gelirlerdi; çevikliğin zarafetini, tütün sarmanın şiirini onlarda gördüm.”

Yatsan

Zindanı görmeden dönmeyin

Deyrulzafaran’ın mistik havasının etkisi sürerken, yarım saatlik araba yolculuğuyla varacağınız Dara Antik Kenti ve Dara Zindan sizi içinde bulunduğunuz zaman diliminden koparıp 6’ncı yüzyıl başlarına kadar götürüyor. Kayalara oyularak yapılan oda mezarlarda Pagan ölü gömme ritüelleri görülüyor. Hıristiyanlığa geçildikten sonra bile çoklu gömünün yapıldığı oda mezarlar ve Pagan gelenekler bir süre daha devam etmiş.

Burası çok geniş ve mezarlar hariç tamamen açık bir alan. Bu nedenle çok sıcak mevsimlerde ziyaret güç oluyor. Zindan kısmı mezarlardan ayrı ve 1 km kadar ileride; yeterli bilgiye sahip değilseniz mezarlık alanını dolaştıktan sonra zindanı görmeden bölgeden ayrılabilirsiniz. O yüzden baştan uyaralım: Mezar bölgesinden sonra araçla devam edip zindan tabelasının bulunduğu bölgeye girmeniz gerekiyor.

Bu yörenin âdeti gelen misafirlerin aracını kesen çocuklara “Bir mani oku” demek ve bunun karşılığında onlara harçlık vermek. Bu tatlı ritüeli yerine getirdikten sonra içeri girebilirsiniz. Girişte yazan bilgiye göre burası halk arasında zindan olarak nitelendirilse de, mimari yapı tarzı ve ebatları açısından daha çok depo/silo amaçlı inşa edilmiş.

6’ncı yüzyıla dayanan geçmişiyle tonoz ve kemerli mimarinin en güzel örneklerinden biri olan bu yapının içine girdiğinizde bu seyahatte birçok kez yaşadığınız zaman yolcuklarından biri daha başlıyor. Tavan yüksekliği 17-18 metreyi bulan yapıda kullanılan sütun aydınlatmaları mimarinin hayranlık veren detaylarını da gözler önüne seriyor. İçerisi serin ancak nemli çünkü yüzyıllar içerisinde su deposu olarak da kullanılmış.

Yatsan

İki yerel restoran önerisi

Bölgeden ayrılıp eski Mêrdin’e yaklaşık 40 dakika sürecek dönüş yolculuğuna geçtiğinizde; 10 bin yıllık geçmişiyle bu özellikli bölgenin, kültür mirası ölçeğine göre daha fazla nasıl korunabileceğini, bu hazinelerin tüm dünyayla nasıl paylaşılabileceğini düşünmekten kendinizi alamayacaksınız.

Akşam olup dağın eteğindeki ipe dizilmiş incileri andıran sıralı evlerin sarı ışıkları yandığında, günün tatlı yorgunluğunu atmak için size iki restoran önerim olacak. İlki, beyazlığını yumurta akının verdiği taş tonoz tavan mimarisi, eski radyo ve müzik aletleriyle kaplı duvarların oluşturdu romantik atmosferiyle Mardin’in yerel mutfağının en önemli temsilcilerinden biri olan Leyli Muse Mutfak, yerel halkın deyişiyle Leylim. Mardin’in mutfağı da kendisi gibi kültürel ayrım yapmadan; Türk, Süryani, Ermeni, Ezidi, Arap ve Kürt mutfaklarının tümüne kucak açıyor. Burada cumartesileri genelde ut ve kanun eşliğinde canlı müzik yapılıyor. Mönüde içliköfte değil ırok (kızarmış) veya ıkbebet (haşlanmış) bulacaksınız. Ayrıca sembusek, aşotu çorbası ve acin gibi yemeklerle pek çok yerel lezzet tadacağınız en iyi mekânlardan biri.

Diğer restoran seçeneği ise Bağdadi. Daha yüksek sesli müzik ve daha hareketli bir ortam arıyorsanız tercihiniz burası olabilir. Lübnan, Suriye, Halep, Antep yemek kültüründeki gibi bu bölgenin de asıl öne çıkan özelliği meze çeşitliliği. Bağdadi’de önden gelen meze tepsisi ve ara sıcaklara karşı koymak zor olduğundan, ana yemeklerin tadına bakma fırsatını kaçırabilirsiniz. Ama bu bölgenin tatlılarından harireyi denememek kayıp olur.

Hızlı ama dolu dolu geçen bu iki günün keyifli yorgunluğu ve tadı aklınızda, günün ilk ışıklarıyla dönüş yoluna düşerken Midyat’ı görmeden gidiyor olmanın hüznü çöker üzerinize. Tekrar geleceğinizi hisseder, bu sefer Midyat’ta Mor Gabriel Manastırı’na gidecek olmanın heyecanını duymaya başlarsınız.